26 Temmuz 2009 Pazar

yedi

Arabayı büyük bir gürültüyle park edip merdivenleri birer ikişer koşarak çıktı. Üçüncü kata geldiğinde asansörün girişte kapısı açık olarak durduğunu hatırladı. Bir kat daha çıkıp anahtarı takıp hızlıca çevirdi. Şaşkınlık ve öfke ile baktığı anahtarın sapı elinde uzaydan gelmiş bir cisim gibi anlamsız duruyordu. Öfkeyle yere çaldığı anahtarın sapı korkuluğun arasından birinci kata kadar düştü. Yere çarparken çıkardığı ses bir müddet koridorda yankılanıp yitip gitti. Şimdi Selim’in merdivenleri koşarak atlayarak inişinin sesi duyuluyordu. Son basamaktan dünya rekoru kırmaya azimli bir sporcu gayretiyle sıçrayan Selim kendini bir anda demir kapının dışında buldu. Hızla açtığı arabanın torpido gözündeki anahtarı çıkarmak için ne var ne yoksa koltuğun üzerine dökmüştü. Yedek anahtarı bulduğunda sevinç çığlığı atmamak için kendini zor tuttu. Kendini tekrar merdivenlere attığında asansörle çıkmayı yine unuttuğunu hatırlayıp gülümsedi. Ama umurunda değildi. Anahtarı yerleştirmek istediğinde acı gerçekle yüz yüze geldi biraz önce kırılan anahtar hala delikteydi. Bir anda baştan ayağa bir hayal kırıklığının girdabına düştüğünü hissetti. “Sakin ol” dedi kendi kendine. “Sakin ol ve düşün.” Derin bir nefes alıp zili iki defa çaldı. Dört gün önce başka bir şehre giden Murat’ın dönmüş olması için dualar ediyordu. İçeriden hiçbir ses gelmedi. Kapıyı hızlı hızlı çaldı. “Uyansana” diyordu bir yandan da “bu kadar ağır uyunur mu?.” Aslında evin boş olduğundan emindi. Ama umut fakirin ekmeği. Tekrar çaldı kapıyı. Ne kadar sert vurursa vursun içeriden bir ses gelmeyeceğini biliyordu. Ve gelmedi.

Yan taraftan açılan kapıdan kafasını uzatan komşu şaşkın bakışlarla onu tepeden tırnağa süzmüş ve bu yabancı komşusunun daha önce hiç görmediği bu aceleci tavrının sebebini öğrenmek ister gibi bakışlarını getirip gözlerinde dondurmuştu. Selim mahcup bir eda ile özür dileyip anahtar deliğinin tıkalı olduğunu kapıyı açamadığını ve içerideki arkadaşını uyandırmak için böyle sert bir şekilde kapıyı çalmaya mecbur olduğunu açıkladı. Komşu kadın hiç konuşmadan yanına geldi. Çiğnemekte olduğu sakızı ağzından çıkarıp anahtar deliğinin üstüne yapıştırıp yavaşça çekti. Anahtarın kırık parçası sakızla beraber gelmişti. Selim’in yüzü neşeyle aydınlanırken şaşkınlık ve minnet duygularıyla dolu gözleri kararsız bir şekilde fır fır dönüyordu. Komşu teşekkür bile beklemeden evine girip kapıyı kapattı. Selim elindeki anahtarı deliğe sokarken o kadar yavaş ve dikkatli hareket etti ki zaman sanki durmuş onu bekliyormuş gibi hissetti. “Nihayet içerdeyim. Bu komşuya güzel bir hediye almalı. Bir kutu sakız.” Düşüncesine tebessüm edip hızla bilgisayarın başına geçti. Ekranın kullanılmaya hazır hale gelmesi ömründen birkaç yılı götürmüş gibi çok yavaş olmuştu. Ekranın sağ alt tarafında yanıp sönen mesaj geldi alarmı az daha kalbini durduracaktı. Fareyi alarmın üzerine götürüp iki kere tıkladı. “Selim hocam gelişim pazartesine kaldı. Beni merak etme. Murat.”

Yerinden kalkıp mutfağa yöneldi. Dolaptan aldığı şişedeki suyu bardağa doldururken “bir bardak soğuk su” dedi. Gülme ile ağlama arası bir hale bürünmüştü. Bir tabureye çöküp suyu adeta emerek içmeye başladı. Murat gecikecekti demek. Olsundu. İşini bitirip gelmesi daha iyiydi. Her zaman gidilmiyordu. Bir sene rahat ederlerdi. Bürokratik işlemler onu sıkardı zaten. Her zaman git gel çok zahmetliydi. Bitirsin gelsindi. Murat tuttuğunu kopartırdı. Çok iyi arkadaştı. Gelemeyeceğini haber vermişti. Bir iki gün daha yalnız kalırdı. Alışmıştı zaten. Yıllardır böyleydi. Soğuk suyu da vardı. Ne öğretmişti öğrencilerine? “Üzerine bir bardak soğuk su içmek.” Suyu da içmişti işte. Soğuktu hem de çok soğuktu. Dolap iyi çalışıyordu canım. Eskiden daha iyi yapılıyordu zaten her şey. Hilesizdi. Şimdi öyle mi ya? Herkes kurt olmuştu. Herkes birbirinin kurdu olmuştu. Son yudumu da içti. Üzerine bir bardak soğuk su içmişti işte. Geçmiş olsundu. Geçerdi zaten. Zaten ne olmuştu ki? Ne olacaktı ki? Ne olurdu ki? Nasıl olurdu ki? Ne bekliyordu ki? Ne mi bekliyordu? Gözlerinin buğulandığını görüntülerin yavaş yavaş puslandığını gördü. İki damla yaşın süzülmesinin kendisini bu kadar rahatlatacağını hiç düşünmemişti. Dudağının üzerinde biraz eğleşen damlalar dudaklarını ıslatarak aşağıya süzüldüğünde “Ne beklemiyordum ki?” dedi. Ağzından bir hırıltı gibi çıkan kelimeler hıçkırıklarının arasında kaybolup gitti.

altı

Sveta’nın dalgınlığı sık sık elindeki kaşığı tabağın kenarına vuruşundan belli oluyordu. Kaşık tabağa her çarpışında tiz bir ses çıkartıyor Sveta hafif bir ürperme yaşadıktan sonra ağzındaki lokmayı çiğnemeye devam ediyordu. Annesinin endişeli gözleri her an üzerindeydi. Sveta’ya bir iki defa sormayı istemiş ama ketum duracağından emin olduğu için susmayı ve kendisinin açılmasını beklemeyi tercih etmişti. Ama her dakika artan dalgınlık, kaşığın çıkardığı sesten sonra ağızda lokma olduğunun hatırlanması endişelerini artırmış gözlerini büyüten bir hüzün gelip yüreğine çöreklenmişti. Elini yavaşça kızının eline yaklaştırıp avuçlarının içine aldı. Sveta bu şefkat tutuşunun ne anlama geldiğini biliyordu. Dünyada her şeyden çok kıymet verdiği annesi bir açıklama bekliyordu. Kaşığı tabağa koyup annesinin elini öptü ve yavaşça kalkıp dolaptan aldığı bardağa su doldurmaya başladı. Zaman kazanmak istediği belliydi. Suyu doldurup masaya yöneldiğinde annesinin daha önce hazır ettiği masanın üstündeki su dolu bardağı gördü. Artık kaçış yoktu. Kurabiye çalarken yakalanmış bir çocuğun muzip ve mahcup bakışlarıyla annesine gülümseyip doldurduğu sudan bir yudum aldı. “Gözler” dedi. “Botanik Bahçesini geçene kadar beni takip eden gözlerin varlığını hissettim. Bu ne zamandır böyle. Çok rahatsız oluyorum. Sanki birisi sürekli beni takip ediyor. Moralim alt üst oldu. ” Şimdi muzipçe gülümseme sırası annesindeydi. “Güzelliğinin farkına var artık. Kim bilir kaç kişinin başını döndürüyor kaç kişinin hayallerini süslüyorsun? Artık biraz işten başını kaldırıp çevrene baksan. Belki de o gözler senin çok yakınında ve bir gün senin gözlerinle buluşmak için can atıyor.” Bunları söylerken gözlerindeki hüznün yerini sevinç ve merak karışımı bir duygu almıştı. Kızının artık bir yetişkin gibi sırası gelen şeyleri yapmasını istiyordu. Evlenmek ve ona torun vermek gibi. Bunları seslendirmenin zamanı değildi tabii. Ne zaman bu konu açılsa Sveta hemen savunmaya geçiyor. “Yoksa benimle yaşamaktan bıktın mı? Sen de kendine bir arkadaş arıyorsun galiba?” gibi imalı sorulara muhatap oluyordu. Evet bir hayat arkadaşının olmasını isterdi ama bu asla kızının zannettiği gibi onunla yaşamaktan bıktığı için değildi. Zordu bunu anlatmak. Yüzünde geniş bir tebessümle “ Yine kendi dertlerime daldım diye düşündü. Oysa kızının konuşmaya ihtiyacı olabilirdi. “Salona geçelim” dedi. “Şu göz meselesini konuşmamız lazım.” Sveta annesinin dikkatini başka yöne çekmenin verdiği rahatlıkla yarısı dolu bardağı masadan alarak annesini takip etmeye başladı. Salona geçerken göz attığı odasında bilgisayarı koyacağı yeri kafasında canlandırmıştı bile. Annesinin bildik cümlelerini dinlemeye başlamadan önce hayalinde bir erkek yüzü canlandırmaya gayret etti. Kafasında her gün ofiste gördüğü simalar canlanıverdi. Bardaktaki son yudumu da alıp bardağı mutfağa bırakmaya geri döndü. Biraz önce bitiremeyip tabağında yarım bıraktığı yemeği masadan alıp tencereye dökerken mutfak camının penceresinde bir simanın bir an görünüp kaybolduğuna yemin edebilirdi. Ve bu siluetin “o” olduğuna. Salona ağzı kulaklarında geldi. Kanepeye uzanıp televizyonun kumandasındaki açma düğmesine bastığında annesinin hem şaşkın hem de tebessümle kendini izlediğinin farkında değildi. Ekranda beliren belki de dünyanın en sıkıcı su altı belgesellerinden birini izlemeye başladığında annesi, kızının bakar kör olduğuna hükmetti. Sveta ekrandan taşan ve her tarafını bir bahçeye çeviren güllerin rayihasını içine çeke çeke başka bir dünyaya doğru uçup gitmişti. Annesi sessizce salonu terk edip onu hayallerinin dünyasında yalnız bıraktı. Mutfağa girip yıkamaya başlayacağı bulaşıklara bir göz attı. Eldivenleri parmaklarına geçirirken “Bu sefer oluyor” dedi. “Kızım büyüyor.”

3 Temmuz 2009 Cuma

beş

Çelebi Abdurrahman sırtından boşanan terin gömleğini ıslattığını hissetti. Her zaman en serin en koyu gölgenin sahibi olan bu ağacın altında hiç bu kadar terlememişti. Sık sık göz ucuyla misafirini süzüyor hizmette ettiği bir kusur var mı diye yaptıklarını gözden geçiriyor yemekleri beğenmeme ihtimalini düşünerek hayıflanıyor ama yine de misafirinin neden rahatsız olduğuna bir anlam veremiyordu. Tozun sıcağın ve yolun onu yorduğuna hükmederek kendini rahatlatsa da misafirinin dalgınlığının sebebini bulamamak içini kemiriyor huzursuzluğunu artırıyordu. Yeni soğutulup gelmiş karpuzu misafirinin önüne doğru sürerken “çekirdeklerini de yerdik küçükken” dedi. Yüzünün bütün aydınlığıyla gülümserken misafirinden de aynı şekilde mukabele görmek bir anda bütün havayı değiştirmişti. Kasvetin dağılmasından memnun iri pir parçayı ağzına attı.
Çatalını karpuz tabağının kenarına özenle yerleştiren Selim ağzındaki son lokmayı yuttuktan sonra kalkmanın zamanı geldi diye düşündü. Atalarının Türkiye’den geldiğini söyleyen ve Çelebi ön adını gururla taşıyan bu siyahi güzel insanı dalgınlıkları ile rahatsız ettiğinin farkındaydı; ama elinden gelen bir şey yok gibiydi. Dalıp dalıp gitmesinin ev sahibinin sorularına geç cevap vermesinin yanlış anlaşılacağının farkındaydı. Elinden geldiği kadar neşeli olmaya çalışmış hatta bu karpuz ikramı başladığında biraz da abartılı bir tebessümle karşılık vermişti ama artık gücünün tükendiğini hissedebiliyordu. Bu halinin misafir için canını fedaya çekinmeyecek ev sahibinde acaba bir kusur mu işledim duygusu uyandıracağını ve onu huzursuzluğa salacağını biliyordu. Tekrar yüzüne büyük gayret neticesi kondurduğu tebessümü ışıldatarak Çelebi Abdurrahman’ın siyah ama aydınlıklar içindeki çehresine baktı. Ev sahibinin gözleri gözlerine dikilmiş her denileni hemen yapmaya hazır bir emireri ciddiyeti ile bakıyordu. Gülümsemesini yüzünde biraz daha yayarak ve gözlerini kısarak başını hafifçe sağa eğdi ve “müsadenizle” dedi. “Katetmem gereken uzun bir yol var.” Çelebi’nin cevap vermesine fırsat bile vermeden ayağa fırladı. Misafirine en güzel şekilde ikramda bulunan, gözlerinin içine bakan bu ruh güzelinin yanında uzun vakitler geçirmek dünyada bir çok şeye tercih edeceği bir güzellikti ama içinde bir şeyler kıpır kıpır sürekli bir an önce ayrılması gerektiğini söylüyordu. Hararetle kucaklaştılar. Çelebi’nin kendisini atalarının bir yadigarı, sürekli hasreti çekilirken uzak diyarlardan gelivermiş bir kutlu akraba olarak gördüğünün farkındaydı. Ne varki içinde kıpırdayan şeye mani olamıyor kendini bir an önce evine atmak için karşı konulamaz bir istek uyanıyordu. Çocuklarla da teker teker vedalaştıktan sonra arabasına bindi. Son bir defa elini kaldırıp Çelebi’yi selamlarken gösterişli çadırın içinden çıkan narin bir bedenin yüzü yerde kendisine doğru geldiğini gördü. Genç bir kız yaklaşıp elindeki paketi büyük bir hürmet ve utangaçlıkla uzattı. Selim iri siyah gözleri gözleriyle buluşan genç kızın nefesinin tıkandığını kaç metreden görürse görsün anlayabileceğini düşündü. Kendi göğsünün de daraldığını farketti. Araba beyaz tozlu yola çıktığında elini son dafa sallayıp kalanları selamladı. Tepeyi aşmaya az kala bir çift gözün sırtında gezindiğini hissetti. O gözlerin iri siyah olduklarına ve kendisine ayrılırken paketi veren narin genç kıza ait olduğundan hiç şüphesi yoktu. Tepeyi aştıktan sonra terini soğutsun diye açtığı pencereden içeriye gül kokuları doldu adeta. Aklında üzerinde GDE TY? yazan gülden başka birşey yoktu.

dört

Sveta bilgisayarı kapatmak için hamle yaptığında gönderdiği mesaja cevap gelmediğini görüp canı sıkıldı. Sonra kendi kendine hayret etti. Sadece on beş dakika sohbet ettiği, yüzünü görmediği, sesini duymadığı birisi için mi üzülüyordu. Bunun daha önce yaptığı sanal sohbetlerden ne farkı vardı. Umursamaz bir tavırla bilgisayarı kapatırken internetin fişini sabahtan çektiğini ve bir daha takmadığını farketti. Bu durumda gönderilmiş olsa bile mesajın ulaşması mümkün değildi. Fişi yavaş olmaya gayret göstererek yerine takarken hemen şimdi bir mesaj almayı ne kadar çok istediğini farketti. Ama beklediği olmamıştı. Kendini büyük bir hayal kırıklığının girdabında hissetti. Aynı zamanda bu haline anlam verememenin şaşkınlığını yaşıyordu. Bu kadar beklenti içine girmek bu kadar kendini kahretmek de neyin nesiydi. Hem şaşkın hem kırgın bilgisayarı kapattı. Ekranda kaybolan gül resminin kendisine gülümsediğini hayal meyal gördüğünde “artık dinlenmem lazım” diye düşündü. “Halüsinasyon görmeye başladım.”
Kapıyı kapatıp merdivenlere doğru bir iki adım atmıştı ki vedalaşmadan çıktığını farketti. Geri dönüp kapının tokmağını çevirdi. İçeriden telaşlı bir koşuşturma gürültüsü geldi ve geçti. Kafasını uzatıp “Yarın görüşürüz. Kusura bakmayın dalgınım biraz. Vedalaşmayı unutmuşum” derken gözüne biraz önce kapattığı bilgisayarın pırıl pırıl ekranı takıldı. Koşuşturmanın sebebi anlaşılıyordu. “Ne ayıp!” dedi gözlerini arkadaşlarının üzerinde gezdirirken. Hiç kimse cevap vermedi. Ofiste suçluluk halinin verdiği ağır, dayanılmaz bir hava vardı. Bilgisayarın başına gelip tekrar kapatmak için fareyi eline aldığında kime nasıl ve ne kadar güvenebileceğine dair kafasında binbir soru fink atıyordu. Kapatacağı bütün programlarda kayıtlı olan şifrelerini sildi. Ayağa kalkıp kapıya doğru yürürken “galiba size lazım” dedi. “Buyrun. Daha önce söyleseydiniz açık bırakırdım.” Cevap beklemeden çıkıp gitti. Arkasından pişmanlık ve mahcubiyet dolu bakışların kendisini izlediğini hissediyordu. Merdivenleri inerken başka bir çift gözün daha arkasına takıldığını hissetti. Merdivenlerin alt kata inmek için kıvrıldığı yerde başını yukarı kaldırıp baktı ama bir şey göremedi. Tedirginlikle adımlarını çabuklaştırıp dış kapıdan kendini sokağa attı. Çok soğuk bir rüzgarın yüzünü yalayıp geçmesinden sonra atkısını yüzüne sarmayı akıl etti. Daha bir hafta önce bir yüz felci tehlikesi geçirdiğini hatırlayıp yüzünü buruşturdu. Otobüs durağına yaklaştığında hala o rahatsız edici bakışlar üzerinden ayrılmamıştı.

üç

Alnının terini elinin tersiyle silip ufka doğru kaldırdı bakışlarını. Elini siper edip gideceği mesafeyi gözüyle tarttı. Çok kalmamıştı. Çadırların tepesi görülüyordu artık. Gaza hafifçe dokunup arabanın hızını artırdı. Araba büyük bir homurtuyla yokuşu çıkmaya başladı. “Güneşin ışıkları gözümü alıyor” diye söylenirken hatırladı: Işık. “Sveta” dedi kendi kendine. “Mesajı aldı mı acaba? Gülü beğendi mi? Ne cevap verecek? Ya cevaplamazsa? Cevaplar” diye söylendi. Bir hendeği geçen araba yerinden sıçramasına sebep olmuş kafası tavana hafifçe değmişti. Tekrar kontrolü eline aldıktan sonra içinde büyük bir arzunun uyandığını gördü. Hemen şimdi eve dönmeyi, bilgisayarın başına oturup Sveta’nın gelmesini beklemeyi arzu etti. Verilmiş sözü olmasa bunu hemen yapacağını düşündü. Hem sıcaktan hem de yapmaya mecbur olduğu bir seyahatin verdiği can sıkıntısıyla gaza bastı. Yıllardır yağmur yüzü görmemiş yoldan çıkan bembeyaz toz bulutu göğe doğru yükselirken gelişini Çelebi Abdurrahman’a haber vermişti. Ortadaki büyük ağacın gölgesinden çıkıp kendisine doğru hareketlenen Çelebi’yi tam beklediği gibi yeşil sarığı ve bembeyaz entarisi ile gördü. Arabayı ağaca doğru sürerken Çelebi’nin çadırlara doğru eliyle yaptığı işaret gülümsetti. “Bu sıcakta ziyafet de çekilmez ama” dedi “misafir misafirliğini bilmeli.” Arabadan indiğinde çoktan atrafını sarmış olan siyah incilerin gözlerinin içine bakıp gülümsedi. Elindeki torbadan çıkardığı neredeyse erimek üzere olan şeker ve çikolataları onlara dağıtıp ev sahibinin kocaman bir gülümsemeyle uzattığı elini sıktı. Ağacın gölgesinin serinliği şaşırtmıştı onu. Yer minderine çökerken ayaklarını bastığı halıdaki büyük kırmızı gül onu bir anda başka bir boyuta taşıdı. Arkasına yaslanıp yaprakların arasından güneş ışıklarının yaptığı oyunları seyrederken “acaba mesaja cevap gelecek mi?” diye düşünüyordu.

iki

Bilgisayarın düğmesine ne zaman dokunduğunu hatırlamıyordu ama bilgisayarın açılırken çıkardığı korkunç sesin verdiği mesaj belliydi: hoparlörü son raddesine kadar açmış sonra kapatmayı unutmuştu. Sesi kıstı. Ofiste zaten adı çıkmış internet hastası olduğuna kanaat getiren arkadaşları tarafından sık sık uyarılır olmuştu. Onların acıyan bakışlarını üzerinde hissettiğinde her seferinde internetten uzak kalmaya yemin eder ama bir türlü kurtulamazdı. Bu ses hadisesinden sonra kendini daha bir kararlı hissetti.

Elini fareye götürüp internet bağlantısını kapatacaktı ki yanıp sönen mesaj penceresini gördü. Kapatmak istiyor ama merakı içini kemirip duruyordu. Bir bakıp kapatayım diye tıkladığında kendisine kıpkırmızı bir gülümsemeyle bakan o gülü gördü. Üzerinde de kocaman bir yazı: GDE TY ? neredesin? Dün konuştuğu Selim’in mesaj penceresiydi. Mesaj bir kaç saat öncesini gösteriyordu. Anlaşılan çevrimiçi değildi. Mesajı kapatıp işine kendini vermek istedi ama bu hoş sürpriz aklından çıkmıyordu. Dudaklarında tatlı bir tebessümle mesaj penceresini açıp kısa bir mesaj yazdı: YA TUT! GDE TY? Pencereyi kapatmayıp öylece bırakırken bu mesajların diğerleri gibi bir zaman sonra unutulacağından ve internet mezarlığında yitip gideceğinden emindi. Kahve almak için makinaya doğru yürürken gözü ekrana kaydı. Kendi mesajı ve üzerinde gül resminin olduğu gelen mesaj öylece duruyordu.

28 Şubat 2009 Cumartesi

bir

Gözlerini pır pır edip duran ekrandan çekip sımsıkı yumarak dinlendirdi. Kaç saattir ekran başında olduğunu hatırlamıyordu. Ama gözlerinin yanmasından anladığı kadarıyla epey uzun bir süre olmuştu. Bir müddet sırtüstü dinlendiktan sonra artık yatma vaktinin geldiğine hükmederek doğruldu. Bilgisayarı kapatmadan önce son bir defa daha baktı arama yaptırdığı ekrana. Bugün nedense hiç kimse ile esaslı bir sohbet yapamamıştı. Sohbet için selam verdiği kişiler ya hiç cevap vermemiş ya da bir iki kelimeden sonra yazmaz olmuşlardı. Sveta ismini görünce hemen açtı konuşma ekranını. Ne yapsa nasıl başlasa da dikkat çekip koyu bir sohbetin kapısını aralasaydı acaba? Türkçe’nin sihrinden yararlanmaya karar verdi. “Privet ! Nasılsın?”. Cevap gecikmedi. “ Privet! ??!!” Evet beklediği olmuş dikkat çekmişti işte. “Kak dela” diye devam etti ve ekledi hemen “ iyisin inşaallah” . Cevap sağına soluna soru işaretleri konmuş tek bir kelime olarak geldi : “!!??Horoşo??!!”. Hemen arkasından uzun bir cümle “ na kakom yazıke tı govoriş?” “na turetskom” dedi. “ya ne znayu turestkiy yazık. Gavari po-russki.” “ horoşo” diye cevap verdi. Ve koyu bir sohbetin derinliğine düştüğünü farkettiğinde sabah ezanı yükseliyordu minarelerden. “sen yatmıyor musun” diye sordu. Hayır dedi karşıdaki. Mesaisi yeni başlamıştı. Aramızda kaç saat fark acaba diye düşünüp sormak istedi karşıdakine ama vazgeçti. Karşısında duran isme bir daha baktı. Sveta. .Yani Svetoçka. Yani Svetlana. Yatmak için doğrulduğunda başının ağrıdığını boynunun tutulmak üzere olduğunu ve sırtına bıçak saplanmış gibi bir sızı duyduğunu hissetti. İki elini yanlarını dayayıp geriye doğru gerindi. Banyoya yürürken gözlerinin kararması bir an için korkuttuysa da sonra banyonun aydınlığının gözlerini kararttığına karar verdi. Ellini yüzünü yıkamanın uykusunu açmayacağını anlayınca yatağa doğru yöneldi. Pazar günü olmasının verdiği rahatlıkla usulca uzandı yatağa. Yorganı başına çekerken “Svetoçka” dedi. “Işıkçık.” Gözleri kapandığında dudaklarında bir gülümseme donup kalmıştı.