3 Temmuz 2009 Cuma

beş

Çelebi Abdurrahman sırtından boşanan terin gömleğini ıslattığını hissetti. Her zaman en serin en koyu gölgenin sahibi olan bu ağacın altında hiç bu kadar terlememişti. Sık sık göz ucuyla misafirini süzüyor hizmette ettiği bir kusur var mı diye yaptıklarını gözden geçiriyor yemekleri beğenmeme ihtimalini düşünerek hayıflanıyor ama yine de misafirinin neden rahatsız olduğuna bir anlam veremiyordu. Tozun sıcağın ve yolun onu yorduğuna hükmederek kendini rahatlatsa da misafirinin dalgınlığının sebebini bulamamak içini kemiriyor huzursuzluğunu artırıyordu. Yeni soğutulup gelmiş karpuzu misafirinin önüne doğru sürerken “çekirdeklerini de yerdik küçükken” dedi. Yüzünün bütün aydınlığıyla gülümserken misafirinden de aynı şekilde mukabele görmek bir anda bütün havayı değiştirmişti. Kasvetin dağılmasından memnun iri pir parçayı ağzına attı.
Çatalını karpuz tabağının kenarına özenle yerleştiren Selim ağzındaki son lokmayı yuttuktan sonra kalkmanın zamanı geldi diye düşündü. Atalarının Türkiye’den geldiğini söyleyen ve Çelebi ön adını gururla taşıyan bu siyahi güzel insanı dalgınlıkları ile rahatsız ettiğinin farkındaydı; ama elinden gelen bir şey yok gibiydi. Dalıp dalıp gitmesinin ev sahibinin sorularına geç cevap vermesinin yanlış anlaşılacağının farkındaydı. Elinden geldiği kadar neşeli olmaya çalışmış hatta bu karpuz ikramı başladığında biraz da abartılı bir tebessümle karşılık vermişti ama artık gücünün tükendiğini hissedebiliyordu. Bu halinin misafir için canını fedaya çekinmeyecek ev sahibinde acaba bir kusur mu işledim duygusu uyandıracağını ve onu huzursuzluğa salacağını biliyordu. Tekrar yüzüne büyük gayret neticesi kondurduğu tebessümü ışıldatarak Çelebi Abdurrahman’ın siyah ama aydınlıklar içindeki çehresine baktı. Ev sahibinin gözleri gözlerine dikilmiş her denileni hemen yapmaya hazır bir emireri ciddiyeti ile bakıyordu. Gülümsemesini yüzünde biraz daha yayarak ve gözlerini kısarak başını hafifçe sağa eğdi ve “müsadenizle” dedi. “Katetmem gereken uzun bir yol var.” Çelebi’nin cevap vermesine fırsat bile vermeden ayağa fırladı. Misafirine en güzel şekilde ikramda bulunan, gözlerinin içine bakan bu ruh güzelinin yanında uzun vakitler geçirmek dünyada bir çok şeye tercih edeceği bir güzellikti ama içinde bir şeyler kıpır kıpır sürekli bir an önce ayrılması gerektiğini söylüyordu. Hararetle kucaklaştılar. Çelebi’nin kendisini atalarının bir yadigarı, sürekli hasreti çekilirken uzak diyarlardan gelivermiş bir kutlu akraba olarak gördüğünün farkındaydı. Ne varki içinde kıpırdayan şeye mani olamıyor kendini bir an önce evine atmak için karşı konulamaz bir istek uyanıyordu. Çocuklarla da teker teker vedalaştıktan sonra arabasına bindi. Son bir defa elini kaldırıp Çelebi’yi selamlarken gösterişli çadırın içinden çıkan narin bir bedenin yüzü yerde kendisine doğru geldiğini gördü. Genç bir kız yaklaşıp elindeki paketi büyük bir hürmet ve utangaçlıkla uzattı. Selim iri siyah gözleri gözleriyle buluşan genç kızın nefesinin tıkandığını kaç metreden görürse görsün anlayabileceğini düşündü. Kendi göğsünün de daraldığını farketti. Araba beyaz tozlu yola çıktığında elini son dafa sallayıp kalanları selamladı. Tepeyi aşmaya az kala bir çift gözün sırtında gezindiğini hissetti. O gözlerin iri siyah olduklarına ve kendisine ayrılırken paketi veren narin genç kıza ait olduğundan hiç şüphesi yoktu. Tepeyi aştıktan sonra terini soğutsun diye açtığı pencereden içeriye gül kokuları doldu adeta. Aklında üzerinde GDE TY? yazan gülden başka birşey yoktu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder